29 Mart, 2008

BANA MÜSADE


Bazen içimden ne geliyorsa öyle hareket etmek istiyorum.
Yolda giderken, sanki sek sek oynarmış gibi yaparak sıçramak,
Yenikapı sahilinde, kayalıkların üzerinde bira içmek,
Baharın geldiği şu günlerde, üstümün kirlenmesini düşünmeden, yeni yeşeren çimlerin üzerinde yuvarlanmak, toprağın mis gibi kokusunu koklamak,
Gecenin serinliğinde, sıkıca sarıldığım montumun altında denizin sesini dinlemek.
İnsanların tuhaf bakışlarına aldırmadan, tanımadığım insanlara merhaba demek.
Sabaha kadar sessizlikte oturup düşünmek, akşama kadar miskin miskin yataktan çıkmamak.
Hiç televizyon seyretmeden, telefon sesi duymadan bir gün geçirmek.
Karnım acıksa da yemek pişirmemek, içtiğim çay ve kahve fincanlarını masanın üstünde biriktirmek.
Küçük bir çantayla terminale gidip, ‘’nereye’’ diye düşünmeden, bir otobüse binip bilinmeyen bir yerlere gitmek istiyorum.

İçimdeki ses’’ neden ‘’ diye soruyor. ‘’Neden yapmak istiyorsun bunları.’’
Galiba yoruldum. Vücudum yorgun, beynim yorgun, cebim yorgun.

Dinlenmek, arınmak istiyorum.
Yaşadığım yılların yorgunluğu, bedenimi zorluyor artık. Yaş/lanıyorum galiba.
‘’Gençlikte gezelim, tozalım, eğlenelim’’ dedik yorulan bedenimizin farkına varamadık.
Yeni evliyken, ha eşyamızı alalım, ha evimizi düzelim, aman çocuk oldu iyi yetiştirelim, başımızı sokacak bir ev alalım, ‘’genciz, borcumuzu ödemek için daha çok çalışırız, sabrederiz’’ dedik yıllara yorulduk.
O, onu demiş, bu, bunu demiş dedim, üzüldüm ağladım, derdimi söyleyemedim, yorulan beynimin farkına varamadım.
Kimseye ‘’hayır’’ diyemedim, kıramadım. Ben omuz arayınca kimseyi bulamadım.

Dönüp arkama baktığımda, yılların ne çabuk geçtiğini, önümde daha ne kadar zamanımın kaldığını bilemeden, bedenimin, beynimin benden çok şey götürdüğünü fark ettim.
Ve bu yüzden artık içimden geldiği gibi hareket etmek istiyorum. Bir anlık bile olsa, kendimle kalmak istiyorum. Dinlenmek istiyorum.

Bana müsaade…



Yasemin Gürtürk
28/Mart/2008

28 Mart, 2008

GÜNÜN SÖZ' Ü


İnsanlar, onlara ne söylediğinizi unutabilirler.
İnsanlar, onlara ne yaptığınızı da unutabilirler.
Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar!...

Etiketler:

27 Mart, 2008

Kenan Sinanaoğlu ve Ayten Suvak' tan İlhan-Selçuk



Resimlerin üzerine tıklayınız

Etiketler:

BİR GÜN BİZDE YAŞLANACAĞIZ

Anne baba olmak o kadar yüce, o kadar büyük yürek ki, siz ne hata yaparsanız yapın, onlar affedici yüreğe sahiptirler. Bekledikleri sadece saygı ve şefkat.

Ne kadar para pul kazanırsanız kazanın, ne kadar şan şöhret ya da mevki sahibi olursanız olun anne ve baba gibi değerlere sahip olmak her şeyin üstünde gelir.
Yaşımın yarım asrı devirdiği bu günlerde tekrar babamla birlikte yaşamak kısmet oldu. İyi ki de beraberiz. Doya doya ona sarılıyor, uzun uzun seyrediyorum. 20 yıl evvel nasıl bir çocuğum olmuştu da, onu büyük titizlikle bakıp büyüttüysem, aynı titizliği şimdi babama gösteriyorum.85 yaşında olmasına rağmen bedenen bana ihtiyacı olmadığı bir zaman. Eğer olsa da büyük zevkle yapardım bütün ihtiyaçlarını, çünkü bir daha geri gelmez bu günler.

‘’Bir insanın son gününü görmeden, o insan iyi yaşadı diyemem’’ diye bir söz duymuştum. Babam şuan çok iyi yaşıyor. Dileğim son gününe kadar da böyle yaşar.

Her şeyiyle sizlere ihtiyacı olan o kadar büyüklerimiz var ki etrafımızda. En basiti televizyonun hangi kanalını açarsanız karşınıza çıkıverir hemen bir dram.
‘’Evladım beni sokağa attı, bakıma muhtacım’’ diyen mi, ‘’evlatlarımla aram iyi değil, benim bakım yurduna bıraktılar, arayıp sormuyorlar’’ diyen mi, ‘’malımı bağışladım evlatlarıma şimdi ben muhtacım huzur evine sığındım’’ diyen mi. Yüreğim sızlayarak izliyorum bunları.
Nasıl bir evlat, seni bu yaşa gelinceye kadar gecesini gündüzüne katıp çalışan, iyi okullarda okusun diye çabalayan, arkadaşlarının yanında mahcup olmasın diye imkanlarını zorlayarak en iyi giydiren bir babayı ya da anneyi kapı dışarı eder
Çok mu zor zamanında aldığınız sevgiyi şimdi onlara vermek.

Farz edin ki tam tersi olmuş yaşamınızda. Siz, çocukken sevgi görmemiş, terkedilmiş, belki bir yetimhanede büyümüş, sokaklarda kalmış olun. Nedeni ne olursa olsun sorulduğunda mutlaka bir hayat hikayesi vardır herkesin.
Siz kötü çocukluk geçirdiniz, sevgi görmediniz, büyüklerinizden kötülük gördünüz diye, siz de aynı hatayı onlara bakmamakla yapmış olmuyor musunuz?

Bu yaştan sonra onların beklentisi sadece sevgi. aynı bizim küçükken beklediğimiz sevgi gibi.
Masaya koyacağınız fazladan bir tabak ve pişirdiğiniz yemeğin yarısını onlarla paylaşmak, size bir şey kaybettirmez. Aksine sofranıza bereket, yüreğinize huzur getirir.

Ben bu günlerde olmadığım kadar mutlu, olmadığım kadar huzurluyum. Babamın hayır duasını almak, hayatıma çok şeyler kattı. İyi ki bu günleri yaşıyorum. Bunları yaşarken teşekkür etmem biri var ki hayatımda en büyük destekçim sevgili kocam. Onun sayesinde yaşamaktayım bu beraberliği babamla son günlerinde. Benim yapamadığım bazı gereksinimlerinde babamın yanında olduğu için binlerce, milyonlarca teşekkür ediyorum.

Sözün kısası, onlar bizim hayatımızın ikinci döneminin bebekleri. Birer çiçek solmak üzere olan. Ne kadar iyi davranırsak, sevgimizi verirsek vicdanımız o kadar rahat eder.

Henüz vakit çok geç değil. Lütfen bu akşam başınızı yastığa koyduğunuz zaman, Gözlerinizi kapatmadan 10 dakika düşünün ( gözlerinizi kapatmayın ki karanlık gözlerinizi kör etmesin)
Bir gün biz de yaşlanacağız ve bizde evlat yetiştiriyoruz unutmayın.

Yasemin Gürtürk
26/Mart/2008

YAŞAMDAKİ BASAMAKLAR

Bebek:
Daha çok küçüğüm sütümü verin,
Oynamak isterim, bebek getirin.
Hastayım, derdimi diyemem öyle,
Doktorlara hemen beni götürün.

Çocuk:
Ben bebek değilim yalnız oynarım,
Bardağı, çatalı kendim tutarım.
Beni küçük sanma yaşım yedidir.
Hele çantam gelsin derse koşarım.

Genç:
Yerde savururum gökte yerim ben,
Bu konuda yoktur hiçbir kederim.
Baba kesesinden hepten giderim,
Olsaydı yanımda bir de sevgilim...
Yaşlıya saygı mı, duymadım onu,
Ben kendim bulurum kendi yolumu.
Kim bana verdi ki, ben de vereyim,
Uzatmam elimi, vermem kolunu.

İhtiyar:
Ben de gençliğimde böyle diyordum,
Yerde kazanarak, gökte yiyordum.
Vücudum yaşlandı, olmuyor artık,
Genç kuşaktan, anlayış bekliyorum.
Ben geldim sonuma, onlar da yolda,
Her şey boşa imiş, yalan dünyada.
Sen de hesap eyle yanlışlar yapma!
Bir gün yaşlanırsın, dönersin bana.

İbrahim ŞİMŞEK

Etiketler:

24 Mart, 2008

BUGÜN YAŞAMAYA VAR MISIN?


Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldunuz? Taptaze ışıklarının tüm vücudunuza yayılmasını ne zaman izlediniz kendinizde? Bir sonbahar sabahı, o ılıklığını ne
zaman hissettiniz yüreğinizde?
Bizler aslında, bize her günün lütuf olduğunu anlamayacak kadar duyarsız bir şekilde geçip gidiyoruz bu hayattan
Hangimiz sabah gözünü açtığında şunu dünyaya tekrarlıyoruz. ‘’ bugün özel bir gün, çünkü ben, bugünde yaşıyorum. Gözlerim açık, ilk nefesimi bilinçli bir şekilde çektim içime. Bu bir ayrıcalık!
Bugün özel bir gün, evet bu gün bana bir gün daha yaşama şansı verildi…’’

İnsan yaşamında ne sorunlar olursa olsun, ama biz ‘’o kazağı alamadık’’ diye bütün günü o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz. Veya sevgilimiz, sevgimizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz. Veya sular kesildi diye, hava soğudu diye bütün gün kendimize, sevdiklerimize surat asıyoruz.

Birde şöyle düşünelim: Siz başlı başına bir yaşamsınız ve hayatta telafi edilemeyecek tek şey ÖLÜM.
Sular elbette gelecektir. Soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz. Sevgiliniz sizi anlamıyorsa, aslında sevdanıza layık olmadığını pekala algılayabilirsiniz.
Peki, bu hayata ne zaman gülümseyeceksin?
Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?
En sevdiğin çiçeği neden hala başkalarından bekliyorsun?
Bugün kendine neden o çiçeği almıyorsun?
Neden miskinliğinden bir sabah ödün verip de, doğanın uyanışına kendini şahit etmiyorsun?
Unutma ki bu hayatı güzelleştirecek olanda, çekilmez hale getirecek olanda sensin.
Sakın başkalarını suçlama.
Haydi, artık, her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir nefes çek ve bütün gün verdiğin her nefesin içine, bu gülümsemelerden katarak etrafındaki tüm canlı varlıkları, varlığından haberdar et.
Hayata öylesine gelme ve öylesine de gitme.
Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında, onun kalp atışlarını duyabilecek kadar duyarlı yaşamak senin elinde.

Her ne olursa olsun tanı veya tanıma, ama ‘’günaydın’’ını ve gülümsemeni hiçbir canlıdan eksik etme.
Unutma, sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve bu yüzden bile varlığın çok özel.
Bu gün yaşamaya var mısın?
Not: Bu yazı bana maille geldi ve çok beğendim.
Hepimiz çok zaman kendimizi ihmal ediyoruz.
Hayat gaylesi o kadar içimize girmiş ki, bazen aynaya bile bakmayı unuttuğumuz olur.
Ve ben şimdi ne mi yapıcam? Önce kendim için aynaya bakıcam ve gülücem . Sonra mı? Hayat zaten güldükten sonra güzelleşir.
Yasemin Gürtürk
23/ Mart/2008

Etiketler:

21 Mart, 2008

İTÜ SÖZLÜK 4 YIL PARTİSİ


2004 yılının Mart ayında kurulan İtü Sözlük, 22 Mart Cumartesi gecesi dördüncü yılını son dönemlerin en çok ses getiren gruplarından
Dolapdere Big Gang ve ön grup olarak Pijama` nın sahne alacağı unutulmaz bir parti ile kutlamaya hazırlanıyor.
biletler http://www.biletix.com adresinden temin edilebilir.
Yer: Studio Live
Adres: Sakızağacı Cad. No: 33/4
Semt: Taksim
İlçe: Beyoğlu
Şehir: İstanbul

Etiketler:

15 Mart, 2008

SİMİT SARAYI, SİMİT KRALI VE ÜÇ ÇOCUK


Fukara azığı simidin sarayda satıldığı ülkemde, Başbakanım bana üç çocuk tavsiye ediyor. Hatta elimden gelirse 4 olmalıymış.
Allah Allah...Benim niye aklıma gelmedi bu?
Beni kandırmışlar Sayın Başbakanım...
Simidin sarayda satıldığı, emeklinin pazardan çürük domates topladığı ülkemde beni kandırmışlar.Çocuk demek sorumluluk demek diye kandırdılar beni.Oysa ki, üç kuruş parayla ben evime haciz tebligatları gelirken, ev sahibinin salvoları karşısında yalvaran bir sesle, ondan biraz daha mühlet isterken, benden bu kadar zengin olduğumu saklamışlar.
Kişi başına, yani benim hakkıma bu sene 2000 dolar daha fazla para düşmüş, onu da benden çalmışlar Sayın Başbakanım, bakın size şikayet ediyorum.
Simit sarayında oturmuş, önümdeki simidi dişlerken düşünüyorum bunları.3 çocuk...Ben ne kadar korkakmışım, bir tanesine cesaret edemedim 38 yaşımda.Oğlum olsa ona ’gemicik’ alabilir miydim Sayın Başbakanım?Kızım olsa, onu Amerika’da okutacak Remzi abim olur muydu?Belki de olurdu, ben cesaret edemedim.
Önümdeki simidin yanına ikinci çayı alamamak benim korkaklığım mı Sayın Başbakanım?Oysa ki göğsümdeki iki kurşun deliği korkak olmadığımı söylüyor bana...Yazdığım yazılarla, karıncanın yangına su taşıması misali tarafımı Allah önünde belli ederken de korkmamışım.
Ama bir halka simidin üzerindeki üç susam tanesine esir düştüm o gün.
Sokaklarda 5 milyona hap satarlarken, ben bir çocuğu düşünememişim Tayyip Ağabey.Gözü karartmamışım.İkinci çayı simidin yanına katık etmeye cesaret edemeyen ben, tek çocuğun bez parası için eşe dosta el açmaktan korkmuşum...
Ne kadar korkakmışım...Diyorsun ki her çocuk kısmetiyle gelir.Babası ben olursam, baştan kısmeti belli Sayın Başbakanım. (Yukarıda size ağabey dedim, umarım bana kızmazsınız. Beni, hayalim olan çocuk konusunda yüreklendirdiğiniz için kanım kaynadı size birden, ondan dedim.)Önümdeki simit, saray mahsulü.
Kurufasulye başıma kabadayı kesilmiş.
Yazımı bitirince evden çıkacağım, ama yazıyı yazarken akşam eve nasıl döneceğimi düşünüyorum.Dönme başarısını gösterirsem, yarın sokağa nasıl çıkacağımı düşüneceğim.Her çocuk kısmetiyle doğar diyorsunuz Sayın Başbakanım.Ben de çocuktum.Benim kısmetim nerede?
Kim çaldı bu sene benim payıma düşen fazladan 2000 doları?Söz, senin sözünü dinleyeceğim.3 değil, 13 çocuk yapacağım.Ama şu benim çalınan 2000 dolarımı bana önce bir bul.
Simidi saraydan, okul önlerini torbacıdan, fukarayı çorbacıdan bir kurtar, bak o zaman sana çocuğun kralını yaparım.Yaparım valla, öyle bir yaparım ki, nasıl yaptığıma ben bile şaşarım...
Saygılar, Bilal kardeşime selamlar...
Ha, bu arada başlıktaki simit kralı, yazının içinde yok. Onun keyfini kaçırmayalım dedim. Simidin sarayı varsa, sarayın da kralı vardır.Kaygılarımla....
Abdullah Özdoğan
Yeniçağ Gazetesi

Etiketler:

14 Mart, 2008

KERAMET NEREDE?


Dostlukların sahtekarlığı, günaydınların, iyi akşamların kalmadığı, koşturmayla geçen şehir hayatının bir gecesinde geldi aklıma çocukluğumdaki köy evimiz.

Orhangazi’ nin Keramet köyünde oturdu anneannemle dedem. Tatillerde yanlarına giderdik. Köyün adından mıdır yoksa köyün sakinliğinden midir, çeken bir şey vardı beni oraya. Tabii en önemlisi pamuk gibi bembeyaz tenli, ekmek hamuru gibi yumuşacık ( kucağına yatınca karnını böyle severdim) anneannemdi beni oraya çeken. Teknolojinin bu kadar ilerlediği neredeyse elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmadığımız bir zamanda yaşasak ta, o çocukluğumdaki köyü özlerim ben yinede.


Eski ama tertemiz bir köy eviydi. Cümle kapısından içeri girince, yeni sıvanmış yerin toprak kokusu duyulurdu. Merdivenin altında sırayla, topraktan yapılmış turşu, tuzlanmış balık çömlekleri, yanında şeker, pirinç çuvalları dururdu.

Mutfağın ocağında ( şimdi şömine deniyor) tıkır tıkır kaynayan kuru fasulye tenceresi. Anneannem akşamın gelmesine yakın saatte eline aldığı uzun çubuk ve bembeyaz tülbendiyle gaz lambasının islenmiş şişesini silerdi.
Dedem, pencerenin kenarında, bir taraftan dağdan gelen koyun sürüsünün çobanıyla sohbet eder, bir taraftan da radyodan söylenen saat 19 ajansını dinlerdi.

Merdivenlerden yukarıya çıkarken özenle yerleştirilmiş, yorgan ve yatakların olduğu yüklüğünün dantelli patiskası karşılardı bizi.
Odalarda, özellikle cam kenarında, duvardan duvara yapılmış tahta sedirler sizi beklerdi akşam sohbetlerine ev sahipliği yapmak için.
Camların önündeki karanfil saksıları, odaya hoş bir koku salardı.
Tuvalet, uzun bir koridorun sonundaydı. İhtiyacınızı gidermek için oturduğumuzda, aşağıdan halis köy tavuklarının seslerini duyardık.

Duvarda karanlığa inat yanan gaz lambası.

Bütün çocukları ve torunları toplandığı zaman bir araya, keyiflerine diyecek yoktu anneannemle dedemin. Akşam olduğu zaman yer yataklarında enlemesine yatardık yeğenlerimizle bir arada olalım diye. Sabahlara kadar sohbet ederdik.

Sabah olunca taze sağılmış sütle, bahçedeki toprak fırında pişen ekmeğin kokusu karşılardı bizi kahvaltıda. Evde taze peynir bittiyse anneannem bağırırdı komşusuna;

-hatçeee, sende taze peynir var mı? Bir koşu getirsen, torunlarım taze yesinler.

Folluktan sıcacık yumurtaları alırdık.
Sonra ılıcaya giderdik. Doğal sıcak su havuzu. İçinde su kaplumbağalarının olduğu. Köylü kadınlar burada çamaşırlarını yıkardı. İş bittikten sonrada bir güzel yıkanılırdı.

Şimdi düşünüyorum da, o zaman bana çok güzel bir şey aslında ne kadar zarar veriyormuş doğaya.
Kullanılan o deterjanlar, suya karışınca su kaplumbağalarına verilen zarar. Yazık oldu, azaldı kaplumbağalar. Ağaçlara salıncaklar kurar hem sallanırdık, hem de türkü çığırırdık. Ne kadar şendik.

Biz kıymetini bilemedik. Şimdi o ılıcaya yabancı yatırımcılar göz dikti. Tesis yapmak için. Haydi, benim güzel köylüm karşı çıkalım. Köy elele versin kendi değerlendirsin, doğamıza kendimiz sahip çıkalım.
Ama ne eski evin tadı kaldı, ne anneannemle dedemin tatlı sohbetleri.
Köy de artık teknolojiye ayak uydurdu.
Keramet nerde acaba? Rahat bir yaşamda mı, yoksa değerlerimizde mi?

İnsanlar yaşlandıkça geçmişini özlermiş. Gözümüz yavaş yavaş toprağa bakarken.

Hele ben kafamı yastığa koyayım.
Sabah yine egzoz kokusu ve adımların çığlığıyla kalkarız nasılsa sabaha.
Bir bütün gece beni ellemeyin Anneannemin sabun kokulu yastığı olmasa bile, ben bu akşam köyde uyuyayım.

Not: Dedem Saadettin Durmuş,
Anneannem Hicaziye Durmuş'un ruhları şad olsun.


Yasemin Gürtürk
13/ Mart/ 2008


Etiketler:

ARDIÇ KUŞU VE AĞACI




İnternette gezinirken bir Ankara hikayesi okudum. Çok anlamlı bir hikaye. Günümüzde değerlerin yitirildiği, sevgisizliklerin oluştuğu, dostlukların kalmadığı ve ''kolay yaşam'' denilen şehrin aslında bizlerden bir çok duyguyu alıp gittiğinin anlatıldığı bir hikaye. Sizlerle paylaşmak istedim.

Ankara' da işim uzamıştı. İstanbul' a dönüş için aldığım biletimi değiştirmem gerekiyordu. Öğle arasında Sıhhiye' deki otobüs yazıhanesine gidip biletimi erteletmek için acele ediyordum. Kalabalıkta koşarak yazıhaneye ulaşmaya çabalarken çarpıştık o yaşlı adamla. Sendeledi; elindeki büyük sepette bulunan tahta kaşık, maşalar yola saçıldı. Sanırım o da belediye zabıtasından kaçıyordu. Kısa süren şaşkınlıktan sonra adamın kalkmasına, yola saçılanları toplamaya yardımcı oldum. Heyecanlanmış, rengi solmuş, nefes nefese kalmıştı. Sakinleşmesi için koluna girip yol kenarındaki banka oturmasını sağladım. Savrulan kaşık ve maşaları toplayıp ben de yanına oturdum. Sepetten dağılanları yerine dizip bir yandan da " bırakmıyor şu belediye zabıtaları üç kuruş para kazanalım. Eve katkımız olsun " diyerek söyleniyordu.
Tahta kaşıkları dizmesine yardım etmeye çabalarken " Dur hele, şimşir ve ardıç olanları diğerlerine karıştırma " diyerek engeloldu.
— Hepsi tahta kaşık işte, ne fark eder?
— Olur mu beyim? Şimşir ve ardıç ile ıhlamur, gürgen bir olur mu?
— Bilmem. Görsem ağaçlarını bile tanımam herhalde. Ne fark var aralarında?
Eline aldığı kaşıklardan birinin sırtını parmaklarıyla okşayarak bana doğru uzattı:
- Ardıç, şimşir sert ağaçtır. Kolay bırakmaz kendini,işleyesin. Zordur ardıçtan kaşık çıkarmak. Ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsın. Ihlamur gürgen ise yumuşaktır. Kolay işlersin ama çabuk yumuşar, dayanmaz. Daha sonra Sivas' in Hafik ilçesinde çiftçilik yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle kızının yanına Ankara' ya yerleştiğini, evin geçimine katkısı olsun diye kaşık ve maşa yapıp işportada sattığını anlattı. Özellikle ardıç ağacının zor bulunduğundan yakındı.
Elindeki maşayı eliyle okşayarak " Ardıç kuşu ağacını terk etti. Bir araya gelmeleri çok zor, artık " dedi. Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki açıklama yapma ihtiyacı duydu:

-Beyim, ardıç kuşunu bilmez çoğumuz. Bilenler de unuttu, gitti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohumundan üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir. — Yani bu kuş olmazsa ardıç ağacı üreyemiyor, öyle mi?

- Evet, aynen öyle. Bunlar biri birine mahkûm sevdalılardı.

—Peki, sonra ne oldu, kuşlar mı azaldı?

—Kuşlar azalmadı, hatta çoğaldılar bile. Ama şehirler büyüdükçe çöplükleri de büyüdü. Kuşlar ardıcın meyvelerini yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını unuttu. Şimdi kentlerin kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözümüzün önünden.

Elindeki kaşığı, diğerlerinin arasına yerleştirdi. Sepetine tekrar göz atıp çıkardığı maşayı bana doğru uzattı:

- Bak bu ardıç. Çürümez, nemlenmez. Eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulurdu. Çürümediği için mezar çökmezdi. Son yolculukta arkadaştı, insanlara. Şimdi kıymete bindi. Mezarlarda yumuşak ağaçları kullanıyorlar.

— Olsun, aynı işi gördükten sonra varsın dayanıksız olsun.

— Şehirliler de hep senin gibi konuşuyor beyim. Herkes ardıç kuşu gibi zahmet çekmektense çöplükten kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor.
Ardına bakmıyor. Çocuklarım bile kasabada yanımda kalmaktansa ardıç kuşu gibi şehirde daha kolay yaşandığını görüp uçup gittiler. Sorsan hallerinden çok memnunlar. Ama geride bıraktıklarını bilmiyor,görmüyorlar.


— Sonunda sen de gelmişsin işte şehre! Buradan medet umuyorsun.

— Ama ben ardımda kalanların farkındayım. Şehirde emeğin hiç değeri yok. Her şey bol, kolay ve ucuz. Biraz paran olsun emek vermeden yaşayıp, geçip gitmek mümkün bu şehirde.

— Ne var bunda, şehirler hep böyle?

Sustu bir süre. Kafasını sağa sola sallayıp kendi kendinesöylendi:

- Sevgi yok beyim. Şehirde sevgi yok! İnsan emeğini sever. Ben bu kaşıkları tek tek elimde yapıyorum. Beğeninceye kadar uğraşıyorum. Kızımın evine katkım olsun diye satıyorum ve bu beni mutlu ediyor. Elimin emeğinin beğenilip bir yerlerde kullanıldığını bilmek hoşuma gidiyor. Şehir insanı ise emek vermediği için sevmesini de bilmiyor. Ardıç kuşu gibi yaşıyor, semiriyor, ürüyor ama geride kalan ardıç ağacının çektiği acıyı bilmiyor, görmüyor. Görse bile anlamıyor.

Bir süre daha konuşmadan oturduk o bankta. Ardıç ağacından yapılmış bir çift kaşık satın almak istedim. Sepetine göz atıp seçtiği kaşıkları gazete kâğıdına sarıp uzattı. Söylediği fiyattan fazla para vermek istedim; ederinden fazlasını almadı. Sepetin ipini omzuna atıp, kucakladı. Helâlleştik. Sıhhiyeye doğru ağır adımlarla yürüyerek şehrin kalabalığında gözden kayboldu.

Dr. Mehmet UHRİ

Not: Alıntı

Etiketler:

12 Mart, 2008

EYLEMSEL YETKE- FAİZ CEBİROĞLU


Belirlemeler: I

Yaşamla adım adım ilerlemek için, sürekli yeni fikirler, yeni kavramlar yaratmak gerekiyor. Yeniliğin ve gelişmenin yolunun buradan geçtiği açıktır. Bu bilinçle, pedagojiye dair, yeni bir kavram ileri sürüyorum: Eylemsel yetke! İçinde bulunduğumuz çağa yanıt veren bu yeni kavram, çocuğun, “bireysel”, “sosyal” ve “mesleki” olarak gelişmesinin bir toplamı, bir ifadesi oluyor. Böylesi bir sıçramaya ulaşmanın evrimi vardır. Çocuğun, böylesi bir aşamaya ulaşması için, gelişim evri­minde, önce yeteneklerini tek tek geliştirmesi gerekiyor.

Nedir bu gelişim yetenekleri?

Toplumsal yaşamın değişik yönlerine hitap eden bu yetenekleri, şöyle sıralamak mümkün:-Araştırma yetkesi: Korkmadan sorunların içine girme, sorunları araştırma ve çözme yeteneği.

-Dilsel yetke: Yaşantıları ve gözlemleri ifade edebilme yeteneği.

-Sosyal yetke: Hem sosyal çelişkileri görme, yakalama, hem de başkalarıyla birlikte bir arada olabilme yeteneği.

-Yaratıcılık yetkesi: Bu; hem müzik, resim, spor gibi değişik aktivite ve alanlara dair, kendi hayali ve yeteneğini kullanma; hem de sosyal birlikteliklere ve arkadaşlara karşı birleştirici ve yapıcı olma durumu.

-Kültürel yetke: Farklı kültür ve kültürel değerlere ilişkin kendini bilgilendirme, bilgi sahibi olma.

Bu kesimsel yetkelerin toplamına, “eylemsel yet­ke” adını veriyorum. Nitelik olarak, böylesi bir aşamaya gelen çocuğun, belirli bir “otorite” sahibi olduğunu; bir beceri, bir ustalık duruma geldiğini gösterir. Buna, “arzu edilen yapılanma” da diyebiliriz.

Peki, bu eylemsel yetke adını verdiğim “topyekün kişilik yapılanması” nasıl oluşuyor? Bu bir süreç mi ya da bir sonuç mu? Yukarda da yazmıştım; her ikisidir. Biri olmadan, diğeri olmaz. Evrim- dönüşüm ilişkisi gibi.

Bu temel ve açıklayıcı bilgilere ekleyeceklerim var: eylemsel yetke; bireysel, sosyal ve mesleki olarakta kendine özgü şu noktaları da içeriyor.

Bireysel olarak:

Bir: çocuğun duyguları tanıma ve öğrenme yeteneği.

İki: Duyguları ifade edebilme ve bu duyguları “kelimelendirme” yeteneği.

Üç: Kendi eylemine, yaptığı faaliyete “refleks” gösterebilme durumu.

Sosyal olarak:

Bir: Başkalarıyla ilişki kurabilme yeteneği.

İki: Sosyal ilişkileri karşılıklı olarak “anlama” durumu.

Üç: Başkalarıyla dayanışma ve işbirliği yapabilme yeteneği.

Dört: Empati, duygudaşlık durumu.

Beş: Demokrasiyi anlama yeteneği.

Demokrasi; özgürlük, eşitlik ve kardeşliktir. Özgürlük, kendi karar verme özgürlüğü. Eşitlik, birlikte karar verme. Kardeşlik ise, dayanışmadır.

Eylemsel yetke, mesleki olarak kısaca şu noktaları içeriyor:

Bir: Çocuğun kültürel değerleri tanıması ve öğrenmesi.

İki: Yerel, ulusal ve küresel ilişkiler hakkında bilgi sahibi olma.

Üç: Doğayı tanıma ve doğada dolaşmanın yollarını ve kurallarını öğrenme.

Kısaca, bütünlüklü bir eylemsel yetke geliştirmek; aynı zamanda, yaşamın anlam ve önemini kavramak demektir.

Topyekün bir eylemsel yetkeye sahip olmak; yaşam ustası olmak demektir.
Evet; yaşamın ustaları olmak için, bizleri yeni fikirler, yeni kavramlar bekliyor.
Bunları yaratmak ve keşfetmek için; derinlik tutkunu olmak, gerekiyor.Bunları yaratmak ve keşfetmek için; toprağın köküne inmek gerekiyor.

Amacımız ve görevimiz, her yönüyle gelişmiş, sürekli değişen ve gelişen, hayatla adım adım yürüyen, kompetan çocuklar yetiştirmektir.

Eylemsel Yetke, Alter Yayıncılık, Birinci Baskı: Eylül 2007, Ankara

Etiketler:

KISSADAN HİSSE


NEYZEN TEVFİK' den



Ne ararsın Allah ile aramda

sen kimsin ki orucumu sorarsın?

Hakikaten gözün yoksa haramda

başı açığa neden türban sorarsın?


Rakı, şarap içiyorsam sana ne

yoksa sana bir zararı, içerim

ikimiz de gelsek kıldan köprüye

ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.


Esir iken mümkün müdür ibadet

yatıp kalkıp Atatürk’e dua et...

Senin gibi dürzülerin yüzünden

dininden de soğuyacak bu millet.


İşgaldeki hali sakın unutma

Atatürk’e dil uzatma sebepsiz

sen anandan gene çıkardın

amma baban kimdi bilemezdin şerefsiz


Yasemin Gürtürk

12/mart/2008

Etiketler:

08 Mart, 2008

Kenan Sinanoğlu ve Ayten Suvak' tan 8 Mart...



Kenan SİNANOĞLU
G e l - G i t - 8 - M a r t . . .
Her yıl bir kez

Tam da bahar yaklaşırlen
İri lâflarla gelir . . .

Durmaz ki; kalkar gider . . .

- Rahatlar millet -



Ayten SUVAK

Y a t a y - 8 - S o n s u z l u k...
Mart gelir kapıya
8'inde söz kadınlara
Buz gibi dondururlarsa
Kazma küreğe davranma

Onlarla dinebilir s u s u z l u k
Martla biter u c u z l u k
İri lâflarla dolar t u z l u k

Çok işe yarar b u z l u k

Rahatlatır en azından...

ASlolan ASktır

Etiketler:

07 Mart, 2008

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ


Bugün bayan arkadaşlarıma , ‘’8 Mart dünya kadınlar gününü’’kutlayan mesaj geçtim.
Bazı arkadaşlarım bu mesajları kabul etmek istemediler. Daha doğrusu böyle bir kutlamayı kabul etmeyenler oldu. Haklı tarafları mutlaka vardır.

Kutlamamı geri alayım dedim ama vaz geçtim. Çünkü ben, farklı düşünüyorum.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın haklarının kazanılmasında nereden gelindiği ve bugünlere nasıl ulaşıldığının hatırlanması gereken bir gün.


1857 yılında New York’ lu kadınların daha insanca yaşam isteyerek, eşitsizliğe ve ayırımcılığa karşı sürdürdüğü mücadele ile başlamıştır.

Böyle günlerin olması gerekir diye düşünüyorum. Bu ölüler üzerinden nemalanmak değil. Sorunların konuşulduğu, hakların arandığı, çözümlerin konuşulduğu ve düşünüldüğü bir gün olarak düşünüyorum. Belki sonuç her zaman ki gibi bir çözüm olmuyor ama en azından bu gün tüm basın bu konuda yazıyor, çiziyor, konuşuyor. Toplantılar yapılıyor, tartışılıyor. Kadının sesi çıkıyor ve söylemek istediklerini duyurabiliyor. Bir musibet bin nasihatten iyi olur belki de, bir gün birilerinin kafası çalışır ya da aklına gelir çözüm bulmak.

Yani sözün kısası, 8 Mart dünya kadınlar günü, kadınları hatırlamak için değil, kadın haklarını, kadın-erkek eşitsizliğini, kadına karşı yapılan şiddeti ve kadına dair bütün sorunların konuşulduğu, tartışıldığı bir gün olduğu için, olması gereken, kutlanması gereken bir gün diye düşünüyorum.

Yoksa hiçbirimiz mum ışığında, hafif müzik eşliğinde, tek taş yüzük hediye alarak, lay lay lom kutlamak istemiyoruz kadınlar gününü. Sesimizi ne kadar zamanda, nasıl duyurursak bu önemli benim için.

Kadınlar gününüz kutlu olsun

Yasemin Gürtürk
7/Mart/2008

06 Mart, 2008

YORULDUM ARTIK

Mutsuz yüzleri görmekten yoruldum.
Aldığı üç kuruş maaşla ay sonunu zor getiren insanlardan,
Hastane kapılarındaki kuyruklardan,
Sedyede ölümü bekleyen hastadan,
Pazarın dağılımında, yere dökülen sebzelerin daha az çürüklerini toplayanlardan,
Selamsız başlayan başlanan günlerden,
Dost görünüp bizi sırtımızdan vuranlardan,
Ağzında maskeyle gezen, saçı dökülmüş ama gözleri umutla parlayan yorgun çocuklardan,
Sanat yapmadan sanatçı geçinenlerden,
Magazin programlarında arz-ı endam edenlerden,
Televizyonların gündüz kuşaklarında yayınlanan, şakşakçı kadın programlarından,
Dövülen, aldatılan, gözyaşı dinmeyen yine de ‘’kaderim’’ diyen kadınlardan,
Parasızlıktan okuyamayan, dahi beyinlerin haykırışlarını duymayanlardan,
Az maaş, çok iş aklıyla cebini dolduran patronlardan
Gladyatör siyaset arenasından,
Toprağı karış karış satan politikacılardan,
Çok evliliklerden olan çocukların sokaklarda olmasından,
Tinercilerden, kapkaç yapanlardan,
Tecavüze uğrayan bebeklerden,
Uyuşturucunun bitmez tükenmez yükselişinden,
Altın vuruş yaparak hayatına son veren gencecik fidanlardan,
Türk parasının ayaklar altında ezilmesinden,
ABD’ye göbekten bağlı oluşumuzdan,
Mayın tarlalarında top oynayan çocuklardan,
Aydın/ lanamayanlardan,
Muhalefette olup ta, muhalefet yapamayanlardan,
Koltuk sıcaklığını, milletin çıkarlarının önünde görenlerden,
Üniversiteyi bitirmiş işsizler ordusundan,
Emekli maaşlarını almak için, banka kapılarında ölen yaşlılardan,
Devletten üç ayda bir alacakları 85 lira için birbirini ezen yaşlılardan,
Kiraların yükselişinden, mutfağına gaz alamayanlardan,
Ana haber bültenlerinde, şehit ailelerinin gözyaşlarından,
Velhasıl, omuzları düşmüş, yorgun insanları görmekten
Yoruldum artık.
Elimde olsaydı, hayatımın bu yarısında biraz ara vermek isterdim yaşama.
Uzun bir uykuya dalmak ve uyandığımda mutlu yüzler görmek isterdim.
Ya da elimde bir sihirli değnek olsun isterdim.
Yıldızlarını etrafa saçan, mutluluk veren, mis kokulu gül bahçeleri olan.
Ama öyle bir değnek yok, öyle bir hayat da.
Bunlara katlanacak gücümde yok.
Yoruldum artık....


Yasemin Gürtürk
6/Mart/2008


04 Mart, 2008

GÖZYAŞIM SİYAH


Bir sevdaydın, dokunamadığım,
Yatağımda boş kalan yerin,
Kendi yalnızlığım.

Gece büyüyor soğuk, vefasız,
İçimden geçen sevda uzak,
Birkaç damla gözyaşım, siyah.
Bir hayalin gölgesindeyim.

Tek gerçek, alnımdaki busen,
‘’Elveda’’ derken, ayazında sabahın.
Kapının sesinde hüzzam şarkı,
Kokun dört duvar arasında kaldı.

Ben bunu hak edecek ne yaptım?
Günler, tek tek dökülürken hayatımızdan,
Taşıyamayacağım bir yükle bıraktın.
Yalnızlığım.


Yasemin Gürtürk
4/Mart/2008

Etiketler: